siyahpusula



herkese selam... herkes derken tam olarak kaç kişiyi selamlamış olabileceğimi ya da kaç kişinin bu selamdan keyif duyup yada ammaaann diyeceğini bilemiyorum... bu konuda nerden çıktı bilemiyorum sabah sabah estiler sanırım... çokta önemli değil... asıl mesele... yani gerçekten asıl mesleyi anlatmamı beklemiyorsunuz değil mi.... sanal dünyada olsa anlatan için gerçeklik diye bişey var... dünya dediğin yer ne kadar büyük olabilir ki... sonra biri çıkıpta çataaa diye kafama vurursa iş işten geçmiş olur... offf sıkıldım bu yazıdan... ne anlatacaktım ne anlatıyorum... aslen benim blog sayfamda izlediğim filmler okuduğum kitaplar var... bla bla işte... çoğumuz için anlamsız şeyler... malum 28 yaşın arifesinde elimden daha iyileri gelmiyor... ne gibi mi? ne bileyim yahu... bir kitap restoratörü, piyano akortçusu yada nota kaligrafı olabilirdim... şimdi alt tarafı bir grafikerim:)) ayyy bugün tersimden kalktım sanırım... insan kendinden bu kadar gıcık kapar mı ya... bugün kendimle fazla görüşmesem iyi olacak... değilse sonumuz hayırlı değil... hımmm uzun zamandır neden yoktum... işte anlatamayacağım asıl meselede bu... değilse kendime bile izah edemiyorum... ne diyelim hayat ewet ewet hayat... kader, kısmet... neyseki kaderci bir toplum olduğumuz için ne demek istediğimi hemen anladınız değil mi? zira aborjin olsaydık ooooo uğraş dur... film izlemedim mi? izlediiimm... kitap okumadım mıııı? okudduuuuummm... ama izlediğim filmlerin hepsi aklımda yok:) dedim ya... 28 yaşıma girdim korkunç bunalımdayım... halbuki daha 21 gösterirken nerden çıktı bu 28 yaşşş... gene yaşa gittim... iyi değilim sanırım... kendimle bi saniye yüzleşip geliyorum...
...
hıh nerde kalmıştık... şöyleki; aslında bir sürü film izledim ama aklımda sadece üç tanesi kalmış... 2 hafta önce bloguma yazmak için aldığım notlarımıda bulamayınca kem vede küm...
aslında bu tarz yazmamıştım hiç... içimden bir ses yüksek sesli bir ses hatta bana ne yazmam gerektiğini söylüyor bende yazıyorum... hiç düşünmeden yazmak böyle bişeymiş sanırım... sevdim aslında... konunun özünden kopa kopa. dağıta dağıla...
sanırım lise 2. sınıfın yazında başlamıştım kitapçıda çalışmaya... herkes denize... ben işe... hele bide kitapçı... abooowww istemediğim kadar kitap ve okuyabilecek fazlaca zaman... üstüne bide para veriyorlar... "okuyucu" rafların en altına hiç satılmayan kitapların arasında sıkışıp kalmış bir kitaptı... acınası bir duruşu vardı kitabın... yıllardır kimse tozumu almaldı... sayfalarımı çevirmedi... sev beni sev beni...:))
duygusalız ya simyacı'yı okumak vardı okuyucuyu tercih ettim... halada simyacıyı okumuş değilim... gıcığım var okumayacağım...
ne zaman aldım o kitabı elime, ne zaman okudum, ne zaman sevdim... büyümüşte küçülmüş gibi o içindeki acıyı, gururu nalsıl anladım-yorumladım kendimce bilemiyorum... halada en sevdiğim kitaplar arasındadır... hatta fırlatılmış olmanın acısını hala içinde duyumsadığını düşündüğüm için en sevgili kitabımdır diyebilirim...
o fırlatılma hikayesi ve benim simyacıya duyduğum gıcıkta şöyle...
yine bir sabah kitap stantımı açmışım... kitaplarımın tozunu almışım tam oturup bi sigara ve çay keyfi yapıcam (sigara keyfinide bilirmişim o zamanlar... çok matah bişey yapıyormuş gibi) bi adam geldi... en erken açılan kitapçı ben olduğum için:)) bana geldi doğal olarak... neyse... dedi ki: "bir kitap istiyorum ama süper sürükleyici olsun... etkili olsun... yaşanmışlık olsun... sevgi olsun... akıcı olsun..." "abovvv" dedim "bu adam okuyucuyu istiyor"
yaşımda küçük ya:) salağım daha... bir kitap var dedim kimselerin pek bilmediği... yeni okudum bende çok güzeldi... verdim kitabı adama sevinçle gitti... ertesi gün daha bismillah stantın kapaklarını açıyorum aynı adam... elinde "okuyucu" öyle bir fırlattı ki kitabı suratıma hala içim acıyor... saydı sövdü bana... şimdi onları yazmayayım:)) anladınız heralde... memnun edilememiş bir müşteri daha... en sonundada "sen dedi buna kitap mı diyorsun, çöp yığını bu kitap, ben simyacı gibi, ahmet altanında yeni bir kitabı çıkmıştı o zamanlar şimdi ismini hatırlayamıyorum işte onun gibi bir kitap istemiştim..." mahcup oldum tabi ama öfkelenmiştimde... "sen kitaptan anlamıyorsan ben ne yapayım, beğenmediysen bunu dile getirmeninde bir uslubu var bu yaşında daha bunu öğrenemediysen kitapların sana katabileceği hiçbirşey olamaz" aman aman bendede ne beylik laflar ne beylik laflar... "al paranı, sana satacak kitabım yok zaten", "sana sadakam olsun" dedi bana... çok öfkeliydim ama çokta sevinmiştim... kitabı öylece öksüz bırakıp gitmişti... çok az kazandığım için pek kitap satın alamıyordum... işte "okuyucu" artık benimdi... :))
işte ondan sonra ahmet altanada, seveninede, simyacıyada okuyanınada:)) ne bileyim çocukluk işte... kendi kendime küstüm... tavşan dağ meselesi...
hani bir laf var ya"şerefsizim aklıma gelmişti" diye...
ben bu kitabın hayranı olarak; film düşüncesini pek değil, hiç düşünmedim... şerefsizim aklıma gelseydide kimselere demezdim:))
çok nadir sevdiğim özel insalara anlattım sonra bu kitabı... okumaları için verdim... o ahmet altan hayranı amca dışında beğenmeyeninide görmedim... filmi zilediğimde, resmen imgeler tek tek yerine oturdu... işte kanlı canlı o kadar çok heyecanlandım ki film boyunca... anlatılır gibi değil... gizli kalmış bir sevdaya kavuşmak gibi, ona sevgiyi haykırmak gibiydi... ya işte böyle...
....



onun dışında "hunger" ve "otel ruanda" adlı iki film daha kalmış aklımda... şimdi yazı çok uzun oldu... o filmler değmez mi elbette değer... muhteşem 2 filmdi... bakış açısına göre tabi... şimdi sizde o filmleri bulup izleyip suratıma fırlatırsınız filan... aman neme lazım:))
uzun bi aradan sonra yazmak iyi geldi... hadi kalın isediğniz gibi....
Etiketler: 1 yorum | edit post